top of page
  • Whatsapp
  • LinkedIn
  • Youtube
  • Spotify
  • Apple Music
  • Amazon
  • Instagram
  • Instagram

Güzel Bir Sabah (One Fine Morning): Seyircisinin Kimseye Acımasına İzin Vermeyen Gerçekçi Bir Film

  • Yazarın fotoğrafı: aysenurcelik1
    aysenurcelik1
  • 27 Eki 2023
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 18 Oca 2024

Mia Hansen-Love’ın henüz 2022 yılında vizyona girmiş olan Güzel Bir Sabah filminde, 35 yaşında bir kadının hayatından bir kesit izliyoruz. Kendisi, Sandra, eşini kaybetmiş, bir kız çocuğu annesi, babasının ihtiyaçlarıyla ilgilenen ve mesleği tercümanlık olan biri. Babasının, nörodejeneratif hastalığından ötürü görme yetisi ve hafızası etkilenmiş olduğundan, ihtiyaçlarının sağlanabilmesi için bir bakım evine yerleşmesi gerekiyor. Sandra, kardeşi ve annesi ile beraber bu sorumluluklarla ilgilenirken bir yandan da hayatında yeni ve henüz çetrefilli bir ilişkiye yer açmakta.


Filmde son derece gerçek hayattanmışçasına aktarılmış tüm bunlar; bizler sıradan bir insanın hayatının bir kısmına şahitlik eder gibi izliyoruz Sandra’yı. İzlediklerimizin bir kurgu, bir film senaryosu olduğunu unutturacak kadar sahici bir anlatım var burada. Bu sahicilik hissinin Lea Seydoux’nun oyunculuk deneyimine de yansıdığını, verdiği röportajlardan öğrenebiliyoruz. Anlattıklarına göre, Sandra karakteri ile o kadar özdeşleşmiş ki Seydoux’nun ağladığı anların tamamı, yönetmen yönlendirmeden, kendiliğinden gelişmiş.

Oyunculuğuyla da öykünün bize aktarılış tarzıyla da oldukça gerçekçi olan bu filmi izlediyseniz dikkatinizi çekmiştir, burada bizden odaklanmamız beklenen hiçbir asıl tema veya merkezi bir konu yok. Çıkarmamız beklenen bir ders ya da duyguların zirve yaptığı anlar da yok. Her şey gerçek hayatta çoğunlukla nasıl ilerliyorsa, öyle oluyor filmde de. Babasının sürecine dair hüznünü ve Clement’a olan tutkusunu eş zamanlı yaşıyor örneğin Sandra. Ayrıca kimse iyi ya da kötü değil bu filmde. Sandra evli bir erkeğe aşık oluyor fakat film seyircisine birliktelikleri olan bu kadını ya da bu adamı kötü insanlar olarak göstermiyor. Başka bir konu: Babanın ihtiyaçlarını ve bakımevi konusunda yapılacakları kardeşler arasında daha çok üstlenen Sandra oluyor. Fakat bu da birini iyi diğerini kötü, birini bencil ötekini fedakar diye etiketlemeden aktarılıyor seyirciye. Film izleyeninden karakterlerini nasıllarsa öyle kabul etmemizi bekliyor gibi; kimseyi yargılamamıza ya da kimseyi yüceltmemize izin vermeyen bir anlatım var.


Film, kimseye acımamıza izin vermiyor

O kadar ihtişamsız ki her şey, biz izleyiciler olarak hiçbir duyguyu hissetmeye zorlanmıyoruz: ne müziklerle, ne ses tonlarıyla, ne bakışlarla, ne de başka yöntemlerle... Bu da yine filmin gerçekçilik hissini bir kat daha artırmış oluyor.


Sadece Sandra ile değil, diğer tüm karakterleriyle de hayatın gündelik gerçeklerini ve zorluklarını gösteriyor bu film. Ama seyircinin kimseye acımasına izin vermeyerek yapıyor bunu. Olanı olduğu haliyle kabul etmemiz isteniyor seyirciler olarak. Büyük büyük annenin hayatı şu anda örneğin merdivenlerden inmenin bazen çok zor olmasını ve tutunmak için birine ihtiyaç duymasını ya da dışarı çıkmanın onun için keyifli bir deneyim olamayışını içeriyor. Sokağa tekerlekli sandalye ile çıktığında insanların farklı bakışlarına maruz kalacak. Merdivenlerden inerken trabzanlara kafese tutunur gibi tutunduğunu söylerken bile deneyimini dramatikleştirmiyor bu yaşlı kadın. Yalnızca tarif etmek ve anlaşılmasına yardımcı olmak niyeti, kendisini acındırmak değil.


Sandra’nın babasına da acımıyoruz aynı şekilde. Evini bırakıp bir bakım evine yerleşmesi gereken bu adam geçmişte kendini kitaplara adamış bir felsefe profesörü. Filmde kendisi çok temel ihtiyaçları için, örneğin tuvalete gitmek için desteğe ihtiyaç duyuyor. Birçok başka hikâyede bu kişiye acımamız istenir ve buna yönelik bir ton kullanılırdı anlatımda ancak bu filmin bu konuda dimdik bir duruşu var. Kimse hiçbir zorluk için ah-vah etmiyor. Olmuş olan her şey, hayatın olağan bir parçası olarak gösteriliyor ve durum neyse kabul edilip gereken şeyler yapılıyor. Elbette üzüntü de, yas da yaşanıyor. Ancak öncelik ihtiyaçların sağlanmasında oluyor. Çaresiz kalınmıyor da. 4. Kere de olsa yeni bir bakımevi bulunuyor ve baba oraya taşınıyor. Çözüme odaklı bir yaklaşım var ve çözüme giderken kimse hayatından büyük fedakarlıklar yapmıyor. Profesörün eski karısı yani Sandra’nın annesi birçok bakım evi araştırıyor, Sandra ile konuşup yapılması gerekenleri aktarıyor, fakat bu gereksinimler için kendi hayatından vazgeçmiyor. Halihazırda sürdürdüğü aktivist uğraşları var ve yine onlara devam ediyor.


Kendi hayatında bir yan karakter olan Sandra'nın dönüşümü

Şimdi buradan itibaren ana karakteri incelerken filmden detaylara da yer olacak. Eğer filmi izlemediyseniz okumaya devam etmeyebilirsiniz.


Aslında Sandra bir miktar bastırıyor da duygularını. Babasının eski öğrencisi kendisine babasını sorduğunda aniden gelen ağlama hali de bu bastırmaya işaret ediyor. Ancak savunma mekanizmalarımız da işlevsiz değiller. Bu noktada Sandra’nın hüznünü, yasını bastırması gerekiyor ki işlevsel olmaya devam edebilsin, babasına destek olabilsin ve kızına annelik yapabilsin. Bu duygularını derine gömmemek ama şimdilik bastırmak ve vakti geldiğinde onlara alan açacak olmak yapacaklarını yapabilmesini sağlıyor aslında onun.


Bir yanda içten içe babasına dair hüznü ve yası, bir yanda ona destek için verdiği uğraşlar varken yeni bir ilişki için hayatında yer açan Sandra, gene de babası son bakım evine yerleşene dek odağını kendi kişisel hayatına tam olarak veremiyor elbette. O buna ne isyan ediyor ne de direniyor. Ancak tam bu noktada şu parantezi açmak gerekir: Direnebilir, hatta destek olmamayı seçebilirdi de elbette, bu da onun özgürlük alanı dahilindeydi. Fakat onun bu kabul halinde devlet destekli seçeneklerin bir şekilde varlığı ve bu süreçte kararları ve yapılacakları annesi ve kız kardeşi ile paylaşıyor olması etkili olmuş gibi görünüyor. Bunlar onun dayanıklılığını artırmış ve sürece adaptasyonunu kolaylaştırmış gibi görünüyor. Dolayısıyla iyi bir destek sistemiyle çevrili olmak, bu noktada oldukça önemli oluyor.


Biz Sandra’ya biraz daha yakından bakmaya çalışınca onu başta pek de net göremediğimizi fark edebiliriz. Kendisinin etrafında birçok sorumlulukları diziliyken, onların ardında kalan bu kadının kendisinin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu seçebilmemiz, öyle hemen mümkün olmuyor… Kızının annesi olarak, babasının kızı olarak, mesleğinde başkalarının konuşmalarına tercümanlık eden biri olarak görüyoruz onu önce. İzlediğimiz filmin ana karakteri ama, sanki kendi hayatının ana karakteri gibi değil. Hayatındaki tüm rollerinde hep destekleyici konumda gibi görünüyor.

Bu bağlamdan bakınca, simultane çeviri yaptığı sahneler oldukça sembolik de. Konferansta, biz seyirciler için görünür ama duyulmaz bir kapalı yerde, çevirisini gerçekleştiriyor. Asıl sese aracılık etmek onun işi. Kendisi için konuşmak değil de, başkaları için konuşmak yaptığı. Az önce bahsi geçen destekçi rollerinden bir tanesi de mesleği bu anlamda. Mesleği gibi, hayattaki diğer birebir ilişkilerinde de bakım veren bir yerde konumlanmış. Biraz kendisi tercih ederek, biraz da kendisini içinde bularak, bu rolleri üstlenmiş o.


Kendi olma hali, kendini ortaya koyuş biçimiyle de dikkatleri üzerine çeken bir mizacı yok Sandra’nın. Filmin ana karakteri olarak izliyor olmasak onu, özellikle odak onda olmasa diğerlerinin arasında öne çıkan biri demezdik ona, öyle hemen fark etmezdik onu muhtemelen.


Kendisinden bahsettiğini de az görüyoruz. Annesi hareketli hayatından, aktivist eylemlerinden söz ediyor örneğin… Clement işinden ve seyahatlerinden söz ediyor. Sandra bu açıdan da öne çıkmıyor. Daha çok anlatan değil de dinleyen olarak görmüş oluyoruz onu. Bu da biraz kendi hayatında da arka planda kalan birisiymiş izlenimi uyandırıyor biz seyircilerde.


Kendisi kendisini özel olarak öne çıkarmıyorsa da babasının, annesinin veya başka birisinin de Sandra’ya ona özel bir merakla, bir soruyla geldiğini görmüyoruz. Annesi çocuklarının çocukluğuna dair kimi detayları unutmuş; babası Sandra yanı başındayken özlemle partnerinin ismini tekrarlıyor Leila, Leila diye… Bir tek Clement’la ilişkisinde bu anlamda farklılık görüyoruz. O Sandra’ya işini, hayatını soruyor ya da önceden aralarında bahsi geçen bir kitabı okumuş oluyor. Onu merak eden, ona ilgi duyan biri olduğunu anlıyoruz. Yalnız yine bu betimlemeler de sadece, hepsinin birbirleriyle ilişkileri içinde nasıl var olduklarına yönelik kimi gözlemler. Yine, doğru-yanlışın, iyi-kötünün olmadığı şekilde aktarılmış tüm bunlar da. Babayı yargılamaya zaten imkân yok; onun partnerinin yolunu gözlemesi çok insani ve aşk dolu da. Fakat yine de Sandra’nın babasına isyankâr olmayan incinme halini de okuyabiliyoruz satır aralarından. Babasının elinde olmayan sebeplerle Sandra’yı unutuyor olması, bu nörolojik hastalığı veya artık hayatının sonuna yaklaşıyor olması da Sandra’nın incinmesine engel değil. O, babasına olan bu belli belirsiz incinme duygusunu yasıyla beraber yaşıyor.

Sandra’nın bu öne çıkmayan halinden ya da edindiği yan rollerden bir şikâyeti de yok. Sonuçta bir çocuğun annesi olmak o çocuğa bakmayı gerektirir; kendisine bakamayacak kadar hasta bir baba varsa ilgilenmek gereklidir; veya hayatta kalmak için mesleği sürdürmek gerekir. Onu tüm bunları kabullenmişliğiyle beraber biraz durağan, biraz soluk görüyoruz. Bunda belki de 5 yıl önceki eşini kaybının yası, şimdi babasının yası ve hayatta üstlendiği sorumluluklar etkili. Kız kardeşi ve annesinin de olduğu birkaç sahnede neşe ve keyif hakimken Sandra’nın neşesinin ardında da yine bir hüzün görüyoruz. Onun taşıdığı bu hissin adını koymak da zor gibi aslında. Ne tam hüzün, ne yorgunluk, ne ümitsizlik, ne de kızgınlık...


Tabi ki bu kadının duygularını hiç dışa vurmadığını söyleyemeyiz. Babası bakımevine yerleşmek üzere evden taşınırken ya da Clement ona ayrılıkları sonrası yeniden bir mesaj gönderdiğinde ağladığını görüyoruz Sandra’nın. Ancak buralarda yanında duygularını paylaşacağı birileri yok. Ya da etrafı insanlarla çevriliyken oradaki duygusal atmosfere eşlik ettiğini, anlatılan hikâye ile neşelendiğini de görüyoruz. Fakat o duyguyu kendisi de yaşıyor mu yoksa yalnızca bir şekilde yanındakilere eşlik mi ediyor buralarda, emin olmak biraz zor. Yine de şunu yineleyebilirim: hikâyeyi anlatan veya hikayesi anlatılan çoğu zaman kendisi olmuyor. Bir tek, Clement’le birlikteliğini hariç tutabiliyoruz bu noktada.


Arzu ve otantikliği temsilen: kırmızı kazak


Zamanla, birliktelik yaşadığı Clement ile ilişkisinde daha belirgin bir yer ediniyor. Ve bununla senkronize olarak yan rollerden çekilip, hayatının baş aktörü olmaya başladığını görüyoruz onun. Sanki kendi hikayesinin yazarı olmaya, Clement ile ilişkisinde kendisini var ederek başlıyor Sandra. Öncesinde Clement evli olup da ilişkisi henüz bitmediğinden, Sandra’ya kısıtlı bir yer açmış oluyor: hem duygusal hem zamansal hem de mekânsal olarak. Birlikte dışarıya çıkmaları risk barındırıyor örneğin. Clement onunla dışarıda görünmek istemiyor önceleri.

Sandra’nın bu duruma yaklaşımına, kıyafetlerindeki renk ve canlılığın değişimi eşlik ediyor. Aslında sıradan ve cansız renklere sahip kıyafetler giyiniyor o genelde. Ancak sonrasında Clement ile ilişkisindeki bu kısıtlılığa tepkisini gösterdiği sahnelerde, onunla gerçek bir beraberlikleri olmasını istediğini açık ettiği zamanlarda biz Sandra’yı hep kırmızı kıyafetlerle görüyoruz. Arzuyu sembolize eden kırmızı renk, onun artık kendisi için konuştuğu, kendini, kendi isteklerini sahiplenerek ortaya koyduğu sahneler oluyor. İlk kez birlikte dışarı çıkmaları itibariyle görüyoruz biz bu rengi onun üzerinde.

Clement hafta sonu buluşamayacaklarını söyledikten sonra üzgün görüyoruz Sandra’yı. Ve sadece bir saat için görüşebileceklerinde de yine üzgün görünüyor. Fakat o sahnelerde de bu kırmızı kazağı, yani onun kendi hayatının aktörü olduğu durumları bize işaret eden kıyafetini üzerinde taşıyor yine. Neden? Üzgün olması onu aktör olmaktan çıkarmıyor çünkü. Hissedeceği üzgünlüğü bastırdığı yerlerde yan karakter zaten. Burada değil, burada bu sahnelerde o, hayatının ana aktörü. Çünkü duygusunu hissediyor, yaşıyor ve gösteriyor da. “Sen deyince yanına gelecek süs köpeğin değilim” diyerek, isyanını ediyor.


Derken hem babası için acıyı hem de sevdiği kişiye aşkını, aynı anda yaşadığını izliyoruz Sandra’nın… Bir yanıyla da Clement ile kendi kocasının vefatıyla ölmüş bir yanını, tutkularını yeniden diriltiyor diyebiliriz.


Final sahnesiyle beraber Sandra babasını artık huzurlu olduğu yerde, Clement de mutsuz olduğu evliliğini geride bırakabildiğinde beraber huzurlu görüyoruz bu ikiliyi artık.


 
 
 

Comments


bottom of page