Speak No Evil: Nezaketin Bedelleri
- aysenurcelik1
- 7 Eki 2023
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 18 Oca 2024
Speak No Evil, 2022’de gösterime girmiş bir psikolojik gerilim filmi. Burada bu filmin incelemesinde içeriğine dair detaylar yani spoiler’lar olacak. Ayrıca asıl olarak filmin kendisi için geçerli olsa da, incelendiği bu yazıda da tetikleyici unsurlara rastlayabilirsiniz. İzlememiş olanların bilgisine.
Öncelikle filmin gerilim unsuru epey sıra dışı: nezaket. Nezaket kelimesinin çağrıştırdıklarının aksine, Speak No Evil seyretmesi hiç kolay olmayan bir film. Hatta anlaşılan o ki birçok izleyici bir veya birkaç kez kapatıp daha sonra devam ederek seyredebilmiş. Filmin atmosferindeki rahatsız edicilik o derece güçlü.
Ayrı ülkelerden gelmiş iki aile İtalya’da tatil yaparken tanışıyorlar. Louise ve Björn çiftler; Agnes adında bir kız çocukları var. Diğer çift Karin ve Patrick, çocukları da Abel. İlk çift nezaket ve pasifliği, diğer çift de tacizkârlık ve manipülatifliği temsil ediyorlar.

Özellikle Patrick’in dışa dönük, spontane ve özgüvenli biri olduğunu henüz ilk sahnelerden anlıyoruz. Havuz kenarındalarken etrafta birçok boş şezlong var ama Björn’den yanındaki şezlongu talep ediyor. Björn ise üzerinde eşyaları olduğu için bundan hoşlanmıyor. Ancak Patrick’i kolayca reddedebilecekken “tabi, hiç problem değil” dercesine bu talebi yerine getiriyor. Burada başlayıp adım adım büyüyen ve birçoğu tacizkârca olacak olan, Björn ve Louise’in de izin vermeyebilecekken verdiği onlarcasından ilki diyebiliriz bu ricaya.
Bu arada, bu ailelerin geldikleri farklı ülkeler pek çok yerde vurgulanıyor. Burada bir ırkçı bakış söz konusu ve bu ırkçı söylemi yeniden üretmemek adına ailelerin geldikleri ülkeleri yazıya konu etmeden devam edeceğim.
Tanışan iki aile tatil günlerinde birlikte iyi zaman geçiriyorlar. Patrick başlarda Björn’e kahramanlık atfederek onu yüceltiyor. Tüm olanları bildiğimizden Patrick’in bunu bir manipülasyon yöntemi olarak yaptığını, kısaca Björn’e bir kanca attığını söyleyebiliriz. Björn de bu kancaya takılıyor çünkü görüldüğünü, kendisine saygı duyulduğunu hissediyor. Bunlar onun mahrum kaldığı hisler belki de. Aynısını vejetaryenliğini överek Louise’e de yapıyor Björn ancak o Patrick kadar etkilenmiyor bundan.
Tatil sonrası Patrcik ve Karin, Björn ve Louise’e, bir davet gönderiyorlar ve bir hafta için onları kırsaldaki evlerinde ağırlamayı çok istediklerini söylüyorlar. Björn ve Louise’in bu teklifi dahi kabul etmelerinde “gitmezsek ayıp olur” düşüncelerinin payı oluyor. Daha açıkçası, Björn bu konuda oldukça istekliyken Louise’in ise tereddütleri oluyor. Ancak arkadaşlarıyla yemek masasındalarken konu açıldığında “zaten gitmemek ayıp olur” diye konuşulunca biz Louise’in tereddüdünü ancak, onaylayarak kafa sallamasının ardındaki düşünceli bakışlarından belli belirsiz ayırt edebiliyoruz. Oraya gitmekteki isteksizliğini açıkça dile getirmiyor da “bu sene zaten iki kez uçuş yaptık” diyor öncesinde, ama bahane sunma yolu izlediği bu geri çevirme çabası oldukça cılız kalıyor. Çiftin “ayıp olmasın” tavrını ve açık olmayan iletişim tarzını sadece yakın olmadıkları insanlara değil, birbirlerine karşı dahi benimsediklerini anlıyoruz.

Evlerine gittiklerinde Karin ve Patrick’in misafirlerine sınır ve rızalarını gözetmeksizin yaklaştıklarını görüyoruz. Louise ve Björn tepki vermedikçe de bunun dozu git gide artıyor.
Ev hediyesi olarak götürdükleri kupalar için esprili bir üslupla “küçük ve hayal kırıklığı” yorumu geliyor Patrick’ten. Et yemediğini bildiği Louise’e ikram ettiği et parçasını kabul etmesi için oldukça ısrarcı oluyor. Karin Agnes’e Abel’ın odasında bir yer yatağı hazırlamış ancak bunun için ebeveynlerine danışmış değil.
Bunların hiçbirinde rahatsız olduklarına dair bir tepki göremiyoruz. Tersine, tek yaptıkları gülümsemeyi ihmal etmemek ve olan bitene uyum sağlamak. Yerel bir restorana gidecekler ancak çocuklara bir bakıcının evde eşlik edeceğinden son anda haberleri oluyor. Yemeğe çıkarılan taraf da olsa Björn manipüle edilip kendisini hesabı öderken buluyor; geri dönüş yolunda Patrick müziğin sesini oldukça fazla açtığında Björn hala nezaketini ve gülümsemesini bırakmadan veriyor tepkisini. Ancak gayet gecikmiş o net ve sert tepkiyi Louise veriyor bağırıp küfrederek. Rahatsızlığa dayanma eşiğinin ne kadar yüksek olduğunu bu tepkiyi ilk kez vermiş olmasından anlayabiliyoruz. Ancak maalesef bu eşiğin de aşılmasına izin vermeye, seyirciye “bu kadarı da olmaz” dedirtmeye devam ediyorlar. Louise duştayken Patrick’in banyoya girip çıkması, sonrasında kapıdan yatak odalarının içini gözetlemesi dahi bir tepkisellik motive edecek şiddette olamıyor onlar için. Kızları Agnes’i alıp kendi yataklarında yatırdıklarını ve hatta yanında Patrcik’in çıplak uyuduğunu gördüğünde Louise için bu bardağı taşıran damla oluyor ve gitmeye karar veriyorlar.
Karin ve Patrick’in yaptıkları şu: Sosyal psikolojide “kapıya ayak koyma tekniği” ismi verilen bir fenomen vardır. Orijinalde “foot in the door technique” olarak geçiyor. Taleplerin ufak ufak arttığı, diğer tarafın da her bir talepte “bunu zaten yaptım, şunu da yapsam bir şey olmaz” diye düşündüğü; sonunda, başta onay vermeyeceği büyük talepleri yerine getirmiş olduğu bir manipülasyon tekniği. En başta sorulsa yapmayacağı şeyi, bu ricalar az az büyütüldüğü zaman, alıştıra alıştıra ilerleyip yerine getirmiş oluyor kişi. Benzerini sınır aşımları için de düşünebiliriz.
Kavramı adı üzerinden de zihnimizde canlandırabiliriz, beraberinde filmi de düşünerek: sadece çaldı diye kapıyı açmıştır kişi belki ama dışarıdaki önce ayağını kapıdan içeri atar, buna rıza gösterildiğinde ya da karşı çıkılmadığında önce antreye girer ve sınır konulmadıkça evin içini dolaşır, hatta sonra en mahrem yerlere kadar girme hakkını kendinde görür. Speak No Evil’da da dozu artan sınır aşımları tam da böyle gerçekleşiyor gibi.

Bu sınır aşımlarına son verip gitmeye karar veriyorlar ancak kızlarına hayır demek de onlar için zor olduğundan, yoldan evde unutulan tavşanı almaya geri dönüyorlar. Bu noktada evde bir yüzleşme sahnesi görüyoruz. Hem Louise hem de Björn Karin ve Patrick’e neden gittiklerini ve rahatsızlıklarını anlatırken, tahmin edebileceğimiz üzere, oldukça duraksıyorlar ve çekingenler. Onlarda eksik olan cüret Karin ve Patrick’de fazlasıyla olunca, zalimin mazlumu oynadığı, “ama neden haber vermeden gidiyorsunuz, biz çok incindik” diyebildikleri bir sahne gerçekleşiyor. Küçük evlerine rağmen onları ağırlamak için çabaladıkları, sadece birlikte biraz eğlenmek istedikleri gibi kendilerini iyi niyetli gösterdikleri söylemler ikna etmede maalesef ki işe yarıyor. Ve şimdiye dek maruz kaldıkları her şeyi unutmuşçasına bir gün daha orada kalmaya karar veriyor Louise ve Björn.
Kendi sezgilerini, doğrularını, hislerini tutmayı bilemiyor bu ikili. Bu sebeple ötekiler kendilerini ifade ettiklerinde Louise ve Björn’ün tüm gerekçeleri, rahatsızlıkları silinip gidiveriyor içlerinden, zihinlerinden. Olanları unutmuş gibi oluyorlar. Dilimizde hasır altı etmek olarak tarif ettiğimiz şey tam olarak bu işte. Biraz kendine sahip çıkamayış, biraz başkasını üzme korkusu yeterli oluyor. Bunlar olunca, “hadi uzatmayın, abartmayın” imaları barındıran o “hadi ama… (come on…)” denilişi dahi yeterli oluyor kararlılıklarını hızlıca kırabilmek için.

Bu yüzleşme sahnesine dair şu çok önemli: kendilerini güvende tutabilmeleri için gereken en önemli şeylerden biri tepki verdiklerinde bu tepkilerine sebep olan şeylerin yanlışlığını ve zararını akıldan çıkarmamaktı. Sonrasında da bu önemini koruyor. Örneğin yemek masasında Karin sıkça Agnes’a yapacaklarını söylemeye başlıyor. Bunun üzerine Louise sesini yükseltiyor ve “ona ne yapacağını söyleme” diyor. Karin neredeyse korkmuş bir tavra bürünüyor ve “tamam” diyor, geri çekiliyor. Patrick de hemen ardından “sen biraz gevşe” dercesine Louise’in şarabını kadehin tepesine dek dolduruyor. Patrick ve Karin “biraz abartılı çıkıştın” demiş oluyorlar bu davranışlarıyla. Burada Louise’in manipüle olmamasının tek yolu abartmadığını, yanlış davranışa verdiği sınır koyan tepkinin sağlıklı olduğunu aklında tutması.
Bunun gibi birçok gergin olay sonrası nezaketleri Louise ve Björn’ü ölümlerine kadar götürüyor. Burada manipüle eden ve edilen, taciz ve istismar eden ve edilen taraflar var. Ancak görünen o ki izleyicilerin büyük çoğunluğunun odak noktası istismar edenin eylemleri değil de istismar edilenin eylemsizliği olmuş. Bu bitmek bilmez pasiflik ve nezaket hali birçok izleyeni öfkelendirmiş görünüyor. Sınır aşımları kademe kademe artarken her bir seferde o spesifik duruma sınır koyabilecekken ya da o ortamı terk edebilecekken Björn ve Louise bunu bir türlü yapmıyorlar.
Onlar yapılanlara tepki vermedikçe izleyen içinden, “orada tutsak değilsin, elin kolun bağlı değil, ayağında pranga yok, nasıl oluyor da bu kadar pasif kalıyorsun?” diyor. Belli ki fiziksel dünyada görünürde olmayan bu pranga onların iç dünyasında bir şekilde var. Biz sadece bunu dışarıdan göremiyoruz. Bu pranga iç dünyada olunca donup kalmak yani uyumlanmak olabiliyor istismara verilen tepki. Ve bu prangayı çıkarıp atmanın elinde olduğunu fark edemeyebiliyor kişiler.
Bizler seyirci olarak artık bir noktada bu istismarın bitebileceğine, Björn ve Louise’in bir patlama yaşayacağına, karşı saldırıya geçeceğine, ya da net bir sınır çekeceklerine veya da oradan çekip gideceklerine inanmak istesek de onlar hiçbir aşamada bunu yapmıyorlar. Ve tüm olanlar ancak onların ölümüyle son buluyor.
Aslında Patrick ve Karin değil sadece konu; çocukları Abel’ın taleplerine de hayır demediklerini görüyoruz. Kim bilir ne kadar yol yürüdü baba, o tavşanı bulup geri getirmek için. Bir çocuk olarak Agnes’in çıkarımı muhtemelen şu: “her ‘tavşanımı kaybettim, bulun’ dediğimde ailem ne kadar zorluk yaratırsa yaratsın isteğimi yerine getiriyor. Demek ki zorluk da yaşasan taleplere ‘tamam’ demelisin”.
Biz filmde bunu sadece birkaç sefer ve sadece tavşanın kaybolması üzerinden görüyoruz. Ama gördüklerimizden yola çıkarak tahmin edebiliyoruz ki istekleri karşısında hayır ile muhtemelen nadir karşılaşıyor Agnes. Çocuğa sırf sınır öğrenmesi için hayır demeye gerek olmadığı gibi, bunca zorluk yaratsa da evet demeye de gerek yok diyebiliriz.
Ancak Agnes’e gösterdikleri bu sınırsız fedakarlığı belki küçüklüklerinde kendi ebeveynlerinden öğrendi Louise ve Björn. Sonuçta insanın başkalarına hayır diyebilmesi için önce kendisine hayır denildiğini de duymaya ihtiyacı var. Çocuk ailesini kendi davranışları için model olarak alıyorsa, Björn ve Louise de kendilerine hayır diyen bir rol model ile karşılaşmadılar belki de ve şimdi de öğrenmediklerini kendi kızlarına gösteremiyorlar… Burada nesilden nesile akan bir “hayır demesini bilememe” durumu görüyor olabiliriz. Bu sadece bir tahmin elbette.
Şu da var: Patrick tavşanı geri getirmek için onca yol gidip geldiğini öğrendiği Björn’e bunun kahramanca olduğunu söylemişti. Gerçekten de kahramanlar başkaları için kendilerini adayan insanlardır. Peki kızı için kendisi böylesine feda ederken, kendi varoluşuyla ne yapmış oluyor kahraman Björn? Görüyoruz ki Agnes için müsamerelere gidiliyor, kıyafet alışverişleri yapılıyor, buzdolabı üstünde haftalık ders programı asılı… Derken birçok şey çocuklarının hayatına odaklı doğal olarak. Louise bununla bir derdi var gibi görünmezken Björn’ün o kopuk, mesafeli, düşünceli halleri, bir çocuğun taleplerine kendisini adarken kendi hayatından ve arzularından uzaklaştığını mı bize gösteriyor? Tüm bu rutin, döngü ve taleplerin içinde öylesine mi sıkışmış hissediyor ki yeni arkadaşlardan gelen davet onu bu derece cezbediyor? Björn’ün kendinden kopuk yaşayışının müsebbibi Agnes değil bu arada elbette, Björn’ün kendi duygu dünyasına mesafeli oluşu, kendisini tanımaktan uzak oluşu mesele.
Kendi canlılıklarını tatmayan insanlar Björn ve Louise. Hayatta olmak ve canlılık, duygu ile, arzu ile hissedilir. Kendini tanır insan, bunlara tutunabildiğinde. Özellikle Björn’ü öyle görüyoruz ki hayatta yolunu kaybetmiş, belki de kendi arzularıyla belirlenmiş bir yolu hiç olmamış bir insan o. Sadece yapması gerekenler var: çocuğuyla ilgili sorumluluklar. Ama yapmayı istedikleri, yapmayı sevdikleri yok. En basitinden, sevdiği müzik türleri için dahi net bir cevabı yok… Benliğini arama yolculuğunda önce hayranlık duyduğu Patrick’e özeniyor; o sigara içerken kendi de içiyor örneğin. Arzu gibi, korkularına tutunup oradan gitmeyi de beceremiyor Louise ve Björn. Derken başkalarının talepleri karşısında ezilip büzülmekle geçiyor zamanları.
Sonunda recmediliyorlar. Sembolik bir sahne diyebiliriz buna. Üzerlerine atılan her taş, benliklerinin zarar gördüğü, hayır demedikleri, sınırlarının aşıldığı, altında ezildikleri birtakım talepler aslında. O sahnede vücutlarının yaralandığını, kanadığını görüyoruz; sembolik olarak da benlikleri yaralanıyor, bu sınır koymadıkları taleplerden ötürü. Kendilerini ezdirmeleri sembolik ölüme, kendine sahip çıkmayışları cansızca bir hayat yaşamaya götürüyor onları.
Filmin adına da değinelim: Speak No Evil. Kötüyü konuşma. Ne kadar konuşulmazsa, işte o kadar büyüdüğünü görüyoruz kötülüğün. Aşikar olan son diyalogla da verilmiş: “Bunu bize neden yaptınız?” diye soruyor Björn. “Çünkü izin verdiniz” diyor Patrick de.
Peki burada suçlu kim? Zaten filmi izlerken seyircinin tepkisi büyük oranda bu manipülasyon ve şiddetin faili taraf Karin ve Patrick’e olmuyor da, kendisini savunmayan taraf Louise ve Björn’e oluyor. Karşılık vermedikleri, güçlü durmadıkları ya da çekip gitmedikleri için öfkeleniyor izleyen. Louise ve Björn’ün hissetmesi gereken öfkeyi hissediyor seyirci aslında. Peki ama burada bir terslik yok mu? İzleyenin bu öfkesi, eylemleri gerçekleştiren tarafa değil de pasif kalan tarafa eylemsizliğinden ötürü yöneliyorsa, zulmedeni değil, zulüm göreni suçlamış olmuyor mu? Belki de aralarında görünür bir güç eşitsizliği yokken pasifliği sürdürmeleri böyle hissetmemizin sebebi? Belki de eylemsizliği de bir seçim, bir eylem olarak görüyor, kendi sorumluluklarını almadıklarını düşünüyoruz. Belki suçluluk değil, sorumluluk perspektifinden bakıyordur izleyen, bu öfkeyi hissederken?
Sonuç olarak Speak No Evil’ı izleyince kendimizi, şunları baştan sorgularken buluyoruz: Nezaket ne demektir? Nazik olmak adına kabul ettiğimiz şeylere gerçekte ne kadar istekli oluyoruz? Acaba nazik olduğumuz her durumda kendimizi az ya da çok ezdirmiş mi oluyoruz? Nezaket ne noktada bize zarar vermeye başlar?
Ve hep nezaket üzerinden yapsak da yorumlamayı, şunu da sorabiliriz: burada gördüklerimiz nezaket mi yoksa pasiflik mi? Pasiflikse burada ne noktada nezaket tanımı bitiyor ve pasiflik başlıyor?
Comments